Avrupa’nın Asil Kenti Viyana

Görkemli sarayları, heykellerle süslü parkları, ışıltılı pastaneleri ve müzik dolu sokaklarıyla Viyana, Avrupa’nın en yaşanılası kentlerinin başında geliyor. Tarihle iç içe sokaklarda faytonla yapılan gezintiler, muhteşem konserler, valsler, balolar ve sokaklara taşan Mozart melodileri, imparatorluk günlerinin ihtişamını konuklarına yaşatmaya devam ediyor.

 

Viyana’da güneşli ılık bir sonbahar sabahı… Otelimin karşısındaki Sigmond Freud Parkı, çimenlere uzanmış, güneşin son demlerinde keyif yapan gençlerle dolu. Kimi şezlonguna oturmuş kitabını okuyor kimi aşıklar çevredekilere aldırman öpüşüp koklaşıyor. Ağaçların üstüne düşen güneş ise bir simyacı gibi yaprakları tek tek altına çeviriyor. Bu güzellikleri bir arada görünce içimden bir “keşke” geçiyor; keşke şimdi ben de bu güzel şehirde müzik okuyan bir genç olsaydım! Mesela, bir keman öğrencisi ya da “Saraydan Kız Kaçırma” operasında aryalar söylemeyi hayal eden bir primadonna adayı.

600 yıl Avrupa’yı yöneten Habsburg Hanedanı’nın mirası olan bu soylu ve gösterişli şehir, parke taşlı tertemiz sokakları ve tarihi dokusuyla, geçmişin asaletini ve gizemini bugüne taşıyor. Avrupa tarihinin kalbinin attığı kent olarak anılan Viyana; tarihi, mimarisi, muhteşem bahçeleri, ünlü bestecileri, dünyaca ünlü baloları, valsleri, sarayları andıran kafe ve pastaneleri ile dünyanın en yaşanılası kenti olarak anılıyor.

Saraylar ve Bahçeler

Sükunet içindeki parklardan geçip şehrin kalbine doğru giderken, karşıma önce muhteşem mimarisi ile parlamento binası çıkıyor. İşlemeli Yunan sütunlarının taşıdığı çatıda koruyucu azizlerin ve azizelerin heykelleri var. Mitolojik tanrılar ve tanrıçalar, öndeki çeşmenin üstüne toplanmış, geçmişin görkemini bugüne taşıyorlar. Bilgelik tanrıçası Athena elinde asasıyla başrolde.

Parlamento binasını arkama alıyor ve ağaçlı yolu takip ederek aşağıya doğru yürüyorum. Viyana’nın saraylar bölgesi olan Heldenplatz’da birbirinden güzel binalar ve yemyeşil saray bahçeleri adeta iç içe geçmiş durumda. Saray binalarının bir kısmı bugün Milli Kütüphane, Museum Quartier ya da Casino Austria gibi farklı amaçlarla düzenlenmiş. Bir zamanlar havuzlu bahçelerde dolaşan saray soylularının yerinde perukalı ve pelerinli gençler akşamki konser için bilet satıyor. Doru atların çektiği süslü faytonlarda ise prensesler yerine mutlu turist kafileleri oturuyor. Ama yine de yüksek mermer sütunlar ve üstlerindeki kanatlı heykeller, şehrin soylu geçmişini olduğu gibi gözler önüne sermeye yetiyor.

Prenses Sisi’nin Sarayı

Hofburg Sarayı’nın bahçesine girdiğimde anlıyorum ki, şehrin içinde ayrı bir şehir burası. Bu görkemli saray, 600 yıldan uzun bir süre Habsburg Hanedanlığı’na ev sahipliği yapmış ve ardında zengin bir mimari miras bırakmış. Sarayda korunan hazineler ise zenginliğin ve asaletin temsilcileri.

Sarayın içinde İmparator Franz Joseph ve karısı İmparatoriçe Elizabeth’in (nam-ı diğer Sisi) kullandıkları odalardan bazılarını görmek mümkün. Kırmızı halılar, altın varaklı aynalar, altın işlemeli duvarlar, kristal avizeler… Sisi’nin yaşadığı odalar, hanedanlığın en ihtişamlı yıllarına götürüyor beni, değerli mücevherler gözlerimi kamaştırıyor. Hele camdan seyahat arabası, tam bir peri masalı.

16.yüzyıl sonlarında VI. Karl tarafından inşa ettirilmiş olan Hofburg, bugün binicilik okulu olarak kullanılıyor. Tabi ki Hofburg şehrin tek sarayı değil, daha doğrusu saraylar o kadar çok ki burada, hepsini bir güne sığdırmaya kalkmak haksızlık olur. Bu sebeple gotik tarzın en güzel örneklerinden biri olan Belvedere Sarayı ile içindeki Güzel Sanatlar Müzesi’ni, bir zamanlar Av Köşkü olarak kullanılan Schönburnn Sarayı’nı ve o dillere destan bahçesini gezmeyi gelecek bahara saklıyorum.

Meleklerin Uçuştuğu Sokaklar

Sisi Müzesi’nin süslü pasaj kapısı, şehrin en lüks caddesi olan Kohlmark’a çıkıyor. Aslında şehrin en güzel caddeleri, sarayın etrafında birbirini takip ediyor demek daha doğru. Kartner Strasse, Grabel Strasse ve onları kesen bütün yan sokaklar, barok mimari yapıları, ışıltılı vitrinleri, pahalı butikleri, çikolatacı dükkanları ile eski zamanların şaşaasını bugün de sürdürüyor. Konservatuar öğrencileri sokak başlarını tutmuş, minik konserler veriyorlar. Şık ve zarif genç kızlar geçiyor yanımdan, filinta gibi delikanlılar onlara eşlik ediyor. Aşklar, randevular, buluşmalar, akşamki konsere yetişme telaşı… Sokaklar o kadar hareketli ve renkli ki, en güzeli bir kafeye oturmak, sıcak bir melange söyleyip sokağı seyre koyulmak olur.

Viyana’da Türk İzleri

Ama önce Avrupa’nın en büyük katedrallerinden biri olan St. Stephan Katedrali’ne gideceğim ve 145 metre yükseklikteki gotik kulesine çıkıp şehre bir de tepeden bakacağım. Avusturya Dükü IV. Rudolf, 12.yüzyılda yaptırmış bu katedrali. Anlatılanlara göre, Türklerin yayılmasını durdurmak üzere Haçlı Seferleri düzenleme fikri de ilk kez bu kilisede dile getirilmiş.

Bu kulelerle ilgili bizim için çok eğlenceli bir rivayet daha var. Viyanalılar Osmanlı’nın şehri eli geçirmesinden çok korkuyorlarmış. Hatta Osmanlı kuşatması o kadar korkutmuş ki gözlerini, 1534 yılında St. Stephen Katedrali’nin kulesinden Osmanlı akıncılarının gözlenmesi ve akıncıları görünce çan çalarak şehir halkına haber vermesi için bir memuriyet bile kurulmuş. Ve bu memuriyet, Viyana Belediye Meclisi’nce, “Artık bir Osmanlı tehlikesi kalmadığından böyle bir memuriyete gerek yoktur” denilerek 1956 yılında iptal edilmiş. Düşünebiliyor musunuz, tam 422 yıl sonra.

Işıltılı Viyana Kafeleri

Akşamın gelmesi ve süslü sokak lambalarının yanmasıyla birlikte şehir iyice hareketlendi. Bir sokak kemancısı, bebek meleklerin uçuştuğu anıtın önünde Sihirli Flüt’ten bir pasaj çalıyor. Zaten bu şehrin üstünde her daim Mozart’ın notaları uçuşuyor. Bazen Figaro’nun Düğünü’nden neşeli nağmeler, bazen Küçük Bir Gece Müziği’nden melankolik tınılar…

Müziği duyar duymaz ben de vals adımlarıyla yürüyor ve sokağın ucundaki Cafe Demel’e gidip kendime bol kremalı bir Viyana kahvesi söylüyorum. Tabi bir dilim de çikolatalı pasta. Çünkü Demel’in kurucusu eski sarayın pastacısıymış, bugünkü ustalar da pastaların tarifini sır gibi saklıyorlarmış. Zaten Viyana sarayları ve müziği kadar kafeleriyle de meşhur. Şehrin kalburüstü takımının gittiği Imperial Cafe ve Central Cafe, kristal avizeleri, altın işlemeli aynaları ve kadife koltuklarıyla adeta birer saray yavrusu. Kuruluş tarihleri de oldukça eskiye dayanıyor. Mesela Imperial Cafe 1873’de açılmış, diğerleri de hemen hemen aynı tarihlerde.

Rivayete göre, kahvenin Viyana’ya girişi Türkler sayesinde olmuş. Viyana kuşatması sırasında, Kolhschitzley isimli bir Polonyalı casus, Türklerden kahve çekirdeği torbaları çalıp kente sokmuş. Avusturyalılar o dönemde kahve çekirdeklerini deve yemi zannetmeye devam ederken, uyanık Polonyalı kahve pişirmeyi öğrenmekle kalmamış, bir de kafe açmış. İmparator Franz Joseph döneminde ise kahve kültürü şehre iyice yerleşmiş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir